19th June 2015
Kavşaklar ve Sınırlar: Doğu Anadolu
Antik anıt mezarların üzerinde yükselen başı karlı dağlar. Saltukids tarafından 12’nci yüzyılda inşa edilmiş olmalarına rağmen, bu dik çatılı mezarların Ermeni kiliselerini ne kadar çok andırıyor olduğunu görmek beni şaşırttı. Yanlarındaki Selçuklu döneminden kalma medresenin Orta Asya tarzına özgü ikiz minareleri ve çift başlı Bizans kartalları da aynı derecede şaşırtıcıydı. Şehrin üzerinde, İmparator Theodosius tarafından 4. yy’da inşa edilmiş kalenin içerisinde, minareyi andıran daha yeni bir yapıya tırmanıyorum ve bunun aslında bir çan kulesi olduğunu görüyorum.
Avrupa ve Asya’nın kesiştiği noktada bulunan Türkiye’nin oldukça zengin bir antik kültürü var. Doğu Anadolu tarihinin ne kadar eskilere dayandığına şahit oluyorum: M.Ö 2000’den kalma kafkas çömlekleri, M.Ö. 1000’den kalma Urartu taş metinlerinin yanında duruyor. Mimari yapılarda, eski eserlerde ve geleneklerde Hristiyanlık, İslam ve hatta şamanlığın yankılarını görebiliyorsunuz. Persler, Romalılar, Emeviler, Bizanslılar, Gürcüler, Ermeniler, Selçuklular, Moğollar, Ruslar ve Osmanlı Türkleri, hepsinden izler var. Geçmiş, gelecek ve bugün arasında dengelenmiş bu yalın topraklar hayaletlerle dolu.
Doğu Anadolu’ya, karlarla kaplı dağların üzerinden uçarak, Mayıs ayında gittim. Erzurum’u Bayburt’a bağlayan Otlukbeli Dağlarındaki yeni duble yolu kullandık. Yeni Kop Dağı Tüneli’nden, eski yol, 2400 metrelik Kop Dağı Geçidi’ne uzanıyor. Buraya, Rusya ve Osmanlı Türkiyesi arasında yaşanan savaşları gösteren bir anıt dikilmiş.
Çok yakında bu tünel, seyahat süresini oldukça kısaltmanın yanı sıra normalde kar sebebiyle kapanan yolun tüm yıl boyunca açık kalmasını da sağlayacak. Ama ne yazık ki, çoğu yolcunun bu anıtı ve anıtın bulunduğu antik geçidi göremeden geçip gitmesine de neden olacak.
Bayburt Kalesi, Ruslar tarafından yıkılmış ve bir çok bölümü yeniden restore edilmiş. Kale’den Bayburt’un genellikle şehrin daha az gelişmiş bölgelerinde konuşlanmış geleneksel taş evlerinden geride kalanları görmeniz mümkün.
Hemen yakınlardaki Aydıntepe yeraltı şehri ise gerçekten gizemli: kimse bu şehri kimin, ne zaman ya da neden inşa ettiğini bilmiyor. Ama tüneller ve yan odalar, gizemli sakinlerinin mağara devrindeki varlıklarını ne tür zorluklara göğüs gererek sürdürdükleri hakkında bir fikir sahibi olmanızı sağlıyor.
Hüsamettin Koçan, çocukluğunu Bayburt’un doğusundaki dağlara bir saatlik uzaklıkta küçük bir köy olan Baksı’nın hemen dışındaki tepenin eteklerinde oturup, Almanya’da Gastarbeiter olan babasının dönmesini bekleyerek geçirmiş. Yıllar sonra, bölgenin nüfusunun azalmasını izledikçe, o tepenin üzerinde bir güzel sanatlar müzesi kurarak bu gidişatı tersine çevirmek için üzerine düşeni yapmaya yemin etmiş.
Buna gerçekten ihtiyaç var. Bölgenin hemen altındaki nehrin kıyısında kavak tomruklarını kesen bir çiftçi hayatın zor olduğundan bahsediyor. Daha popüler bölgelerle rekabet etmek kolay değil. “İnsanlar”, diyor, “para kazanmak için şehirlere göç etmek istiyor.”
Baksı müzesi 2010 yılında açılmış. Civardaki köylerin dokusundan etkilenen mimarisinin arka plandaki dağ manzararsının önünde zarif bir duruşu var. 2014 Avrupa Konseyi Müze Ödülü üzerindeki yazı müzeyi “merkez ve taşra arasındaki boşluğun nasıl kapatılabileceğinin ilham verici bir örneği” olarak tanımlamış.
Aralarında Candeğer Furtun’un “Alkış”ı, Erdal Duman’ın “Femur”u ve Koçan’ın kendi “Kalmak ya da Gitmek” adlı çalışmalarının da olduğu müzedeki sanat eserlerini keyifle izliyorum. Köydeki kadınlar, dokuma atölyelerine katılmak için gelerek, müzeyi kesinlikle sahip olmanız gereken halılarla dolduruyor.
Koçan orada yaşıyor. Alçakgönüllü, babacan bir mizacı olan Koçan, bana müzenin kendisine mutluluk verdiğini anlatıyor. Tabii ki hiçbir şey kolay değil: mavi metal bir heykeli işaret ediyor, rüzgar devirdiğinde zarar görmüş. “Heykeller de yaşıyor” diyor ve ekliyor “Ben ağlarım, heykel bükülür”.
Sanki dünyevi değilmiş gibi görünen bu yerde, bu kesişen yollar bölgesinin kökleşmiş geleneklerini hissetmek çok kolay. Baksı’nın hemen yukarısında, eğilmiş bir ardıç ağacının etrafına bir duvar çekilmiş, ağacın dalları kumaş parçalarıyla dolu. Bu, şamanizm geleneğinden kalma bir “dilek ağacıymış”. Turistler ağaca bir kumaş bağlayıp, özçekim fotoğraf ya da videolarını kaydediyor, hatta bazen bir dilek diliyorlar.
Geleneklerin hayatta kaldığını görmek gerçekten güzel. “Modern çağ, kimliği öldürüyor” diyor Koçan “özellikle de şehirlerde. İstanbul’a geri dönmek için buraları bırakmakta zorlanıyorum.”
Tekrar otobüse döndüğümüzde, rehberimiz bu ağacı James Cameron’un Avatar filmindeki ruhlar ağacına benzettiğini söylüyor. Ve bize, ormandan geçirdiği yerleşimcilerden ruhları geride kalmasın diye yavaş gitmelerini isteyen Kızılderililerin hikayesini anlatıyor.
Erzurum, arkeoloji ve Türkiye Cumhuriyet tarihinin ikonik sembolleriyle dolu. Atatürk, tarihi 1919 kongresini burada yapmış: kaldığı evi gezip Cumhuriyet’in kuruluşundaki atmosferi yaşayabilirsiniz. 1176 yılında inşa edilmiş Ulu Cami ise dizi dizi kemerleriyle nefes kesici.
Her ne kadar, şehirler modern Anadolu’nun vitrini konumunda olsa da, bu uzak bölgeye zamanın ötesinde olma özelliğini en çok veren doku kırsalı. “Beyaz, gri, yeşil ve kahverenginin baharda ve yazın dağlarda yavaş yavaş yürüdüğünü görürsün” diyor Koçan. “Kışınsa, vadilere inerler.”
Dilek ağacında, turistler yavaş yavaş otobüslerine dönüyorlar. İneklerini güden iki küçük çoban yaklaşıyor. Oğlanlar, ağacın oraya gidip, gölgesine oturuyor, sürülerine göz gezdirirken bir yandan da gülümseyip konuşuyorlar. Sonra biri bir iPod çıkartıyor ve inekleri dağın çimenlerinde otlarken, Beyonce dinlemeye başlıyorlar.